Ilya U. Topper, Almeria (İspanya) doğumlu bir gazeteci. İspanyol Haber Ajansı EFE’nin İstanbul muhabiri. Hayat hikayesinde biraz Almanya, biraz İspanya, biraz Fas var… Bir ayağı Avrupa diğer ayağı Kuzey Afrika ve Ortadoğu olmuş. Buraların dilleriyle buraların kültürlerinden beslenmiş. İslam dünyasını da Hristiyan dünyasını da yakından tanıyor. Son kitabı “Tanrı: Tescili Marka” bu yılbaşında İspanya’da yayınlandı. Topper’a göre laiklik Avrupa için de çok önemli bir konu ve ne yazık ki laiklerin Avrupa siyasetinde de gidebilecekleri pek bir yer kalmadı! Topper, Avrupa ve Akdeniz bağlamıyla sınırladığı son kitabını ve dinsiyasetlaiklik konusundaki düşüncelerini BirGün’e anlattı. Samuel Huntington, Hristiyan bir geçmişe sahip ülkeler anlamına gelen “batı” ile İslam dünyası arasında, pek çok savaş ve çatışmada kolayca görülebileceği gibi, kaçınılmaz bir çatışma, bir “medeniyetler çatışması” var diyor ya… Topper’a göre bu hiç de doğru değil! İslam ve Hristiyanlık hiç de çatışmıyor, ortak düşmanları laiklik fikrine karşı sadık müttefikler. Siyaset ve yasaların herhangi bir dini kuraldan ayrılması anlamına gelen laikliğin “Genellikle ateizmle karıştırıldığının” altını çizen Topper, laikliğin insanların inançlarını yaşamalarına değil, ilahi kurallarını bir ulusun tamamına dayatmaya çalışan bir hiyerarşiye karşı olduğunu belirtiyor. Anne ve babası Alman olan ve İspanya’da doğup Fas’ta büyüyen Topper, İspanya’yı Almanya ile karşılaştırırken “Almanya İspanya'dan çok daha dindar ve Hıristiyan inancıyla bağları çok daha derin. İspanyolların çoğu mensup oldukları din hakkında hiçbir şey bilmiyor. Kutsal Hafta'daki büyük törenleri gördüğünüzde, son derece dindar bir topluluk izlenimi edinebilirsiniz, ancak aslında yılın geri kalanında dinle pek ilgilenmezler. Sevilla'daki bir antropolog İspanya'nın pagan bir ülke olduğu sonucuna varabilir. Ancak insanlar bunu bilmiyor: kendilerini Hıristiyan olarak görüyorlar." Topper aynı şeyin Fas'ta da yaşandığını ya da eskiden yaşandığını hatırlatıyor: “İnsanların İslam adını verdikleri dini yaşama biçimlerinin, kutsal bir türbenin yakınındaki bir ağacın dallarına bez parçaları bağlamalarınınTürkiye dahil pek çok ülkede gözlemlenebilen bir alışkanlıkSuudi Arabistan ya da Katar tarafından finanse edilen TV programlarındaki vaizlerin günümüzde İslam olarak adlandırdıkları şeyle çok az ilişkisi var. Aslında, benim Vahabizm ya da Selefilik olarak adlandırdığım, İslam'ı taklit eden ve popüler alışkanlıkların aksine gerçek inançmış gibi davranan yepyeni bir din var. Onlara göre İslam 1400 yıl boyunca doğru bir şekilde uygulanmadı ve biz bunu şimdi öğreniyoruz.” TÜRBAN YENİ DİNİN SEMBOLÜ Türkçe'de türban olarak adlandırılan 'başörtüsü' kullanımının bu yeni dinin en önemli sembollerinden biri olduğunu belirten Topper; “Çünkü ilk bakışta kimin bu yeni dine ait olduğunu, kimin olmadığını açıkça ortaya koyuyor” diyor ve ekliyor: “Elbette sadece kadınlar arasında, ama erkeklere kadınlarını, eşlerini, kızlarını, kız kardeşlerini, annelerini bunu takmaya zorlamaları gerektiği söyleniyor. Bu bir gelenek değil. Fas'tan Endonezya'ya kadar kadınlar için binlerce farklı kıyafet kodu vardı ve bunlar ya bölgesel ya da kabilesel bağlılıkları ya da sosyal sınıf ve statüyü ifade ediyordu. Kesinlikle dindarlık düzeyini değil. Şimdi ise dünya çapında standart bir Müslüman kadın üniforması var: ya bunu giyersiniz ya da iyi bir Müslüman değilsinizdir. Bu emir gelenekleri korumuyor, onları yok ediyor.” Topper'a göre başörtüsü, "Tanrı” bir marka tescilli aracı olarak kullanılmasının en açık işareti. “Dünya nüfusunun önemli bir bölümünü, sadece belirli kurallara uymaya değil, aynı zamanda para harcama alışkanlıklarını da uyarlamaya zorlanan belirli bir insan bloğunda birleştirmeyi sağlıyor: Helal gıda, helal oteller, helal bankalar gibi devasa bir iş alanı var... Bir milyar tutsak tüketici, her kapitalist için bir rüyadır.” Topper, bunun sadece işle/ticaretle ilgili değil, aynı zamanda siyasetle de ilgili olduğunu vurguluyor: “Toplumu çeşitli 'kimlik' bloklarına ayırmak, Amerika Birleşik Devletleri'nden başlayarak modern/liberal sol hareketlerin gözde eğlencesi haline geldi. Artık bir siyah kimliği, bir Müslüman kimliği, hatta bir LGBTİ kimliği var ve hepsi de özel bir muamele, farklı kurallar ve siyasi güç paylaşımı talep ediyor. Bu durum tüm yurttaşlar için eşit haklar kavramına ters düşmekte ve tek eşitliğin, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu'ndaki millet sistemi gibi, kendi bloklarındaki insanları ezme hakkı bakımından eşit olan, kendi kendini yöneten liderlerin eşitliği olduğu bir sisteme yol açmakta.” Topper’a göre Türkiye'de durum burada İslamcılar kimliği korunması gereken bir azınlık olmadıkları için farklı. Onlar Türkiye’de toplumu ebedi kurallar olarak gördükleri şeylere göre dönüştürmek isteyen güçlü bir sağcı hareket. Ancak bir benzerlik de var. “Erdoğan iktidara geldiğinde kendini yoksulların ve ezilenlerin sesi olarak tanımladı ve 'Batılılaşmış baskıcı yöneticilere karşı gerçekten dindar bir halk' anlatısı yarattı. Türkiye'deki laik solcuların bir kısmı da dinin aslında alt sınıfların vazgeçilmez bir parçası olduğuna inanmaya başladı. Bu doğru değil. Öncelikle, AKP'nin savunduğu standart başörtülü ve alkolsüz din, İzmirli, Antalyalı ya da Hataylı işçi sınıfının yaşam tarzıyla hiçbir benzerlik taşımayan modern köktendinci bir hareketin parçası. İkincisi, Türkiye'nin ilk İslamcı partisini kuranlar da hakları için grev yapan işçiler değil mühendisler, doktorlar, avukatlar ve ilahiyatçılardı.” Topper, bunun Türkiye'de laikliğin tarihsel olarak yanlış anlaşılmasının bir parçası olduğunu düşünüyor. "Her ne kadar Türkiye'de medeni kanun ve ceza kanunu gerçekten laik olsa da, ki bu çok önemli bir gerçektir, hiçbir zaman tam bir laiklik olmadı. Camiler devlet tarafından yönetiliyor ve imamlar devletten maaş alıyor. 1923'te Diyanet'in kurulması elbette yeni kurulan devletin güçlü din adamlarını kontrol etmesinin bir yoluydu, ancak dinin bu devletin bir parçası olduğunu, özel bir mesele değil, kamusal bir araç olduğunu da gösteriyordu. Bu nedenle iktidara gelen herhangi bir İslamcı yönetici Diyanet'i kolayca tersine çevirebilir ve din adamlarının halkı kontrol etmesi için bir araç olarak kullanabilirdi.” ULUSUN TEMELLERİNDEN SAYMAYA BAŞLADILAR Topper, “ne yazık ki” diyor “dinin ulusun temeli olduğu fikrinin günümüzde Avrupa'daki sol partiler tarafından da benimsendi. İspanyol sosyalistlerinin bir asır boyunca Katolik din adamlarıyla savaştıktan sonra şimdi hizaya gelip dinin vatandaşlığın temel bir parçası olduğunu iddia etmeleri garip. Avrupa solu şimdi ‘azınlıklara saygı’ sloganı altında Müslüman köktendincilerin gücünü destekliyor. Elbette göçmenler Avrupa'da ezilen bir azınlık olarak görülebilir, ancak Avrupa'nın dört bir yanında camiler inşa etmek için Körfez ülkelerinden gönderilen milyonlarca avroyu yöneten vaizler ezilmiyor: Göçmenlere nasıl davranacaklarını, 'kendi' kadınlarını nasıl örteceklerini, 'kafirlerle' kaynaşmamalarını ve entegrasyona direnmelerini söyleyen bir güç uyguluyorlar. Laik yasalar bu göçmenleri kendi din adamlarına karşı korumalıdır, ancak ne yazık ki pek çok Avrupalı düşünür laikliğin ve dini kurallardan özgürlüğün sadece 'Batılıların' hak ettiği bir şey olduğuna, Müslümanların ise bir şekilde genetik olarak Tanrı'nın iradesine ya da Tanrı'nın hizmetçisi din adamlarının iradesine boyun eğmeye programlandığına inanıyor gibi görünmektedir. Bu da bir tür modern ırkçılıktır.” Topper’a göre Avrupa siyaset sahnesinde absürd bir durum ortaya çıkmış bulunuyor: “Müslüman tarikatların dini istismarına karşı çıkan tek grup, genellikle laikliği hiç desteklemeyen ve Kilise'nin gücünü yeniden tesis etmek isteyen sağcı partiler. Sağ kanadın Hıristiyan din adamlarını, sol kanadın da Müslüman din adamlarını desteklemesiyle, laiklerin siyasette gidebilecekleri hiçbir yer kalmadı.”
yuzdeyuzhaber